Komşumuz Başbaba ve Ailesi

Ben de Baş baba kelimesini Mustafa Amca'ya tipinden dolayı yakıştırıyorum doğrusu. Mustafa Amca bir Türk'e göre iri yapılı, geniş omuzlu, biraz göbekli bir vücudun üzerinde yeşil sakin bakışlı gözleri, dalgalı kahverengi saçları, kendisini ciddi ve karizmatik göstermek için bıraktığı pala bıyıklarıyla İtalyan Komedi Filmlerinden çıkmış, şirin Mafya babasını andıran başrol oyuncusu gibiydi.
Baş baba 1934 yılında doğmuş ve II. Dünya savaşı başladığında beş yaşına girmişti.Belki de çocukluğunun ilkokul dönemini savaş döneminde geçirmiş birisi olduğundan, biraz sessiz bir adamdı. Büyük bir ihtimlle sessiz olmayı çocukluğunda öğrenmiş, barış yanlısı bir kişiliği vardı.
Baş baba Burdur'un Askeriye köyündendi. Abisi gençlik yıllarında Başbaba'ya çeşitli işler ayarlamış ve o da köyünde çok fazla kalma fırsatı yakalayamamıştı.
Gençlik yıllarında kuru yük gemilerinde çalışırken Amerika'daki akrabalarından birisini ziyaret etmek için Newyortan trene binmiş akrabasının bulunduğu eyalete gidivermiş. Orada Amerikalı bir kadınla evlilik yaşamış, anlaşamamazlık sonucu eşinden ayrılıp, Amerkadaki macerasına son verip Türkiyeye geri dönmüş.
1961 yılında Berlin duvarının yapılmasıyla birlikte Batı Almanya, işçi açığını kapatmak için Türkiye ile Türk İş Gücü Antlaşması yaptı. O dönemlerde Türkiye'nin, sanayileşmesi olmadığından ve işsizlik oranı yüksek olduğundan bu anlaşmanın üzerine, Türkiye'den çok fazla kişi Almanya'ya işçi olarak gidip, bazıları orada Alman vatandaşı oldu, bazıları da belli miktar para biriktirip ve yatırım yaptıktan sonra Türkiye'ye geri döndü.
Baş baba'da Amerika macerasından sonra Almanya'ya Türk işçisi olarak gitti. Orada Eva isminde bir sevgilisi olmuş ve onunla da kültür farkından dolayı anlaşamadığı için Annem'in uzaktan bir akrabası Ayten teyze ile evlenmiş. Ayten teyze Baş Baba'ya göre onbeş yaş daha genç olduğu için Baş babanın şımarık kızı gibiydi. Ayten teyze Baş baba'ya söylenmeye başladığında o tamamen sessizleşir ve uzaklara dalardı.

Almanya'da yaşadıkları için bizimle birlikte yaşayan Mehmet dedem Ayten teyzeye Almanyalı diyordu ama nedense Ayten teyzeye hal hatır sorarken "Almanyalı naslısın? Askeriyeli iyi mi?" şeklinde Başbaba'ya Askeriyeli lakabını takmıştı. Artık onlar tamamen Türk bir aile sayılmazdı. Türkiye'de Alman olarak adlandırılıyorlardı ama Mehmet dedem Başbaba'ya neden Askeriyeli diyordu bir türlü anlamış değildim. Başbaba Almanyalı değil miydi? Almanyalı olmak belki ona yakışmıyordu çünkü o dünyayı dolaşan biriydi.
1980'li yılların sonları ve 1990'lı yılların başlarında Kapitalizm'in Türkiye'ye girmesiyle birlikte bizim küçük unutulmuş şehrimizde de kafeteryalar ve eğlence mekanları nihayet açılmaya başlamıştı. Bizim okulun kantininden tost yemeyi çok seviyordum ama nasıl olduysa annem ve Almanyalı Ayten teyze o tostların sağlıklı ortamda yapılmadığının farkındaydı. Biz kantinden tost yemezsek Annem ve Ayten teyze bize dilediğimiz kadar tost yapma sözü vermişlerdi. O dönemlerde tost makineleri ya çok pahalıydı ya da Türkiye'ye geldiyse bile bizim unutulmuş şehrimizin üç beş beyaz eşya mağazasına ulaşmamıştı. Ama tost makinesi mahallemizde sadece bir evde vardı. O da Başbabanın evine Almanyadan büyük yolculuk maceralarıyla gelmişti muhtemelen. Biz Dedemin savaş çıkacak korkusuyla aldığı bir sürü ekmeği, annemin yaptığı peynir ve salçayı Ayten Teyze'nin evine büyük bir heyecanla götürür hep beraber onların tost makinesiyle tost yapar ve tost partisi veririk.
Baş baba'nın rahatsızlığından dolayı konuşurken sesi biraz kısık çıkıyor gülerken de ciğerlerinden hırıltı geliyordu. Evlerinin misafir dolu çok kalabalık olduğu günlerden bir gün, ben de ona "Sen neden gülerken televizyondaki ayılar gibi gülüyorsun?" diye sorunca Baş babayla birlikte evde annem hariç herkes bana güldü. Türkçe'de Ayı birisinin çok kaba olduğunu vurgulayan bir kelimeydi. Normalde onun bana ve aileme küsmesi gerekiyordu. Annem renkten renge girerek Baş Babaya binbir çeşit özürler dilerken, o da sıkıntı olmadığını benim sadece bir çocuk olduğumu vurguluyordu.
Baş babayı her zaman cömert, sessiz, sakin, kendisine göre karakteri olan birisi olarak tanıdım. Ben ve kardeşlerim dünyayı gezip evimize her geldiğimizde kesinlikle Ayten Teyzelere giderdik. Baş Baba bize Almanya ve Amerika maceralarından hiç söz etmemişti biz büyürken. Biz büyüyüp dünyayı gezmeye başlayınca o maceraları büyük bir keyifle anlatırken, Ayten teyze Başbabayı kıskanırdı sanırsam. Türk ve müslüman aynı zamanda seküler ve laik devletin vatandaşı olarak olarak onun Amerkadaki evliliğini anlayamıyordu. Ona göre Baş baba Amerkalı kadınla resmi evlilik yapmamıştı. Tartışmanın sonunda Ayten Teyze "geçmiş papazın karşısına utanmadan bir de burda evlendim diyor" diye kızıyordu. Bu papazın karşısına geçip evlenme konusu Ayten teyzenin kıskançlık belirtilerinin yanında aslında ona göre kilise nikahı Amerka gibi gelişmiş bir ülkede nasıl geçerli olur. çünkü Türkiy'de imam nikahı resmi kabul edilmiyordu. aralarındaki tartışmalar aslında siyaset bilimi ve medeni hukuk kitaplarına konu olup akademik elit bir tartışmaydı.
Ayten teyze Başbabaya kızdıkça o da hafiften gülümseyen bir surat ifadesi takınıp sessizliğe bürünürdü. Her maceraları hakkında konuşmasının sonunda da "Ben dünyayı gezdim, herşey çok güzeldi ama dünyada yaptığım en güzel şey bir aile kurmak oldu" deyip Ayten teyzeyi de işaret ederek "sağıklı güzel çocuklarım oldu" der "arada sırada çocukça davranışları oluyor amma onu da idare ediyoz. Napacan! Hayat böyle." diye çümlesine devam ederdi.
Başbabanın akrabalarıyla tam olarak içli dışlı tanışmıyorduk ama eşi Ayten teyze'nin kardeşleri Meryem ve Nazmiye ile belki uzaktan akrabalık durumlarından dolayı yakından tanışıyorduk. Nazmiye kıbrısta yaşıyordu. Meryem de Antalyada. Onlar Ayten teyzelere geldiğinde Başbaba güzel ve kaliteli hediyeleri onların çocuklarından eksik etmezdi. Sanırsam ya aile kavramına düşkünlüğünden ya da Ayten teyzeyi sevindirmek içindi. Hatta birgün Nazmiye teyzenin oğlu Çağatay'a çok kaliteli, el yapımı, deri bir çift ayakkabı almıştı. O dönem de Türkiyedeki insanların alım gücünün zayıf olmasından dolayı toplumun çoğu naylon ayakkabı modasına uymuştu. Başbaba'nın emeklilik maaşı o dönem Almanya'sının para birimi olan Mark TL'den çok daha değerli olduğu için Türkiye standartlarının üzerinde bir alım gücü vardı. Ayrıca kaliteli yaşam tarzına önem veren zevk sahibi Başbaba'nın Çağatay'a da aldığı ayakkabılar da bir o kadar değerliydi. Çağatay deri ayakkabıları, arkadaşları naylon ve renkli ayakkabı giydiği için, ağlayarak reddetmişti. Başbaba Çağatay'ın ağlamasına dayanamayıp aynı gün renkli ayakkabı da alıp geldi.
Ben de mahallenin yaramaz çocuğu olarak Fatma ve Yusuf abiyle her zaman çok iyi geçinemiyordum. Onlarla ettiğimiz kavgalara çok karışmaz, bunun sadece çocuk kavgası olduğunu söyler hep sessizliğini korurdu. Geçimsizliklerimizin yanında arada sırada işbirliklerimiz de oldu tabiki. Fatma'nın Şerife isminde çok samimi bir arkadaşı vardı. Şerife judo öğreniyordu, ben de biraz tekwando. Üç kız biraz tuhaf mıydık bilmiyoru ama lise yıllarında bir gün Başbaba ve Ayten teyze'nin evinde toplanmıştık. Normalde ergenlik dönemi kızlar giyim ve makyajdan konuşuyor olmasına rağmen biz tekwando-judo sohbetleri yapyorduk. Hatta bununla da kamayıp birbirimize bazı hareketler öğretiyorduk. Şerife judo'da bir insanı sırtına alıp yere atınca etkisiz etme yöntemini gösterirken evde minder bulamağimiz için, Şerife beni kanepenin üzerine atıverdi. Ben etkisiz olmamıştım ama kanepe tam ortadan kırılarak ikiye bölündü ve etkisizliğini bir anda gösterdi. Biz nasıl açıklama yapacağımızı düşündük. Kanepenin altına taş koyup üzerine örtü örttük. kimse anlamaz diye düşünüp bir taraftan da bir kaç gün suçluluk duygusuyla uykusuz bile kalımıştık. Ayten teyze o odaya girdiğinde kanepenin kırık olduğunun farkına varmış ve olayın nasıl olduğunun araştırmasını yapmaya başlamış. Bize çapraz sorgulama yöntemiyle ayrı ayrı soruldu. burada dedektif gibi sorguya çekilmemizin sebebi, kanepenin kırılması değil, bizim neden birşeyler saklıyor olduğumuzdu. Sonunda Şerife, Fatma ve ben birer kanepe borçluyduk. Başbaba ufak tefek kazalar olur dediğinde Annem ve Ayten teyzenin tepkisiyle karşılaşıyordu. Biz onlarda hiçbirşey saklamamalıydık. Başbaba yeni bir kanepe aldı ve hanımların bize yaptığı zulümleri bir miktar olsun azaltmak istedi. Bu konu her açıldığında Ayten teyzeye bir divan borçluyuz.
Başbaba ve Ayten teyzenin oğlu Yusuf veteriner olmuştu. Bizim ineklerin buzağı aşılamasını o yapıyordu. Almanyadaki uzaktan akrabalarından birinin Ayşe isminde çok güzel bir kızıyla evlenmişti. Ayşe ve Yusuf abinin Kübra isimli kızları vardı. Mariya isimli ineğimizin sarı bir buzağası olduğunda annem onun ismini Yusuf abinin kızından esinlenerek Kübra koymuştu. Yusuf abiyle böyle bir akrabalığımız olacağı hiç aklımıza gelmezdi. Bizim ineklerin dedesi diyebiliriz onun için. Yusuf abi bir gün karısı ve kızını alarak babasının izinden gitti. Almanya'ya yerleşti.
Baş baba bir yaz günü dünyaya gözlerini yumdu. Ölmeden önce hastanede yattı. Hastanedeyken hemşirelerle İngilizce konuşmuş ve hemşireler şaşkınlıkla İngilizceyi nereden öğrendiğini sorduklarında Başbaba bu hikayesini anlatırken Ayten teyzenin yeğenleri Melek ve Nur onun sesini telefona kaydetmişler. Hastanedeyken Ayten teyzeye "beni buradan kurtar" dediğinde Ayetn teyze de ona doktorla konuştuğunu beraber bir yere gezmeye gidecekerini söylemiş. O da nereye gideceklerini merakla sorduğunda kızları Fatma'nın üçüncü çocuğunu bekledikleri müjdesini almış. Belki tekrar dede olmanın sevinciyle belki de tekrar yolculuklara çıkmanın heyecanıyla hayata gözlerini yuman Başba bir gezgindi. O bir gemiciydi. O bir maceraperestti. Maceralarını anlatacağı kimse yoktu etrafında. Anlatsaydı onu kimse anlayamayacaktı. Maceralarını anlatmak için bizim büyümemizi bekledi sanırsam. Bizde sana özendik Başbaba. Şu anda çok güzel bir torunun daha dünyaya merhaba dedi. Umarım cennetteki maceralarını birgün anlatmak için bizi beklersin. Seni şimdiden özledik.
Ben de mahallenin yaramaz çocuğu olarak Fatma ve Yusuf abiyle her zaman çok iyi geçinemiyordum. Onlarla ettiğimiz kavgalara çok karışmaz, bunun sadece çocuk kavgası olduğunu söyler hep sessizliğini korurdu. Geçimsizliklerimizin yanında arada sırada işbirliklerimiz de oldu tabiki. Fatma'nın Şerife isminde çok samimi bir arkadaşı vardı. Şerife judo öğreniyordu, ben de biraz tekwando. Üç kız biraz tuhaf mıydık bilmiyoru ama lise yıllarında bir gün Başbaba ve Ayten teyze'nin evinde toplanmıştık. Normalde ergenlik dönemi kızlar giyim ve makyajdan konuşuyor olmasına rağmen biz tekwando-judo sohbetleri yapyorduk. Hatta bununla da kamayıp birbirimize bazı hareketler öğretiyorduk. Şerife judo'da bir insanı sırtına alıp yere atınca etkisiz etme yöntemini gösterirken evde minder bulamağimiz için, Şerife beni kanepenin üzerine atıverdi. Ben etkisiz olmamıştım ama kanepe tam ortadan kırılarak ikiye bölündü ve etkisizliğini bir anda gösterdi. Biz nasıl açıklama yapacağımızı düşündük. Kanepenin altına taş koyup üzerine örtü örttük. kimse anlamaz diye düşünüp bir taraftan da bir kaç gün suçluluk duygusuyla uykusuz bile kalımıştık. Ayten teyze o odaya girdiğinde kanepenin kırık olduğunun farkına varmış ve olayın nasıl olduğunun araştırmasını yapmaya başlamış. Bize çapraz sorgulama yöntemiyle ayrı ayrı soruldu. burada dedektif gibi sorguya çekilmemizin sebebi, kanepenin kırılması değil, bizim neden birşeyler saklıyor olduğumuzdu. Sonunda Şerife, Fatma ve ben birer kanepe borçluyduk. Başbaba ufak tefek kazalar olur dediğinde Annem ve Ayten teyzenin tepkisiyle karşılaşıyordu. Biz onlarda hiçbirşey saklamamalıydık. Başbaba yeni bir kanepe aldı ve hanımların bize yaptığı zulümleri bir miktar olsun azaltmak istedi. Bu konu her açıldığında Ayten teyzeye bir divan borçluyuz.
Başbaba ve Ayten teyzenin oğlu Yusuf veteriner olmuştu. Bizim ineklerin buzağı aşılamasını o yapıyordu. Almanyadaki uzaktan akrabalarından birinin Ayşe isminde çok güzel bir kızıyla evlenmişti. Ayşe ve Yusuf abinin Kübra isimli kızları vardı. Mariya isimli ineğimizin sarı bir buzağası olduğunda annem onun ismini Yusuf abinin kızından esinlenerek Kübra koymuştu. Yusuf abiyle böyle bir akrabalığımız olacağı hiç aklımıza gelmezdi. Bizim ineklerin dedesi diyebiliriz onun için. Yusuf abi bir gün karısı ve kızını alarak babasının izinden gitti. Almanya'ya yerleşti.
Baş baba bir yaz günü dünyaya gözlerini yumdu. Ölmeden önce hastanede yattı. Hastanedeyken hemşirelerle İngilizce konuşmuş ve hemşireler şaşkınlıkla İngilizceyi nereden öğrendiğini sorduklarında Başbaba bu hikayesini anlatırken Ayten teyzenin yeğenleri Melek ve Nur onun sesini telefona kaydetmişler. Hastanedeyken Ayten teyzeye "beni buradan kurtar" dediğinde Ayetn teyze de ona doktorla konuştuğunu beraber bir yere gezmeye gidecekerini söylemiş. O da nereye gideceklerini merakla sorduğunda kızları Fatma'nın üçüncü çocuğunu bekledikleri müjdesini almış. Belki tekrar dede olmanın sevinciyle belki de tekrar yolculuklara çıkmanın heyecanıyla hayata gözlerini yuman Başba bir gezgindi. O bir gemiciydi. O bir maceraperestti. Maceralarını anlatacağı kimse yoktu etrafında. Anlatsaydı onu kimse anlayamayacaktı. Maceralarını anlatmak için bizim büyümemizi bekledi sanırsam. Bizde sana özendik Başbaba. Şu anda çok güzel bir torunun daha dünyaya merhaba dedi. Umarım cennetteki maceralarını birgün anlatmak için bizi beklersin. Seni şimdiden özledik.
Comments
Post a Comment